AŞK...

Aşk için çok şey söylenmiştir. Şarkıların çoğu aşkı anlatır. Romanlar, şiirler, hikayeler, uzun yazılar yazılmıştır onun için. Kime sorsanız aşkı, dilinin döndüğünce anlatır. Çünkü herkesin bir gönül hikayesi vardır. Yani ucundan ya da derininden yaşamıştır aşkı. Kimi yeni aşıktır havalarda uçar, kimi aşkın dibine vurmuştur içi yanar. Peki, bu aşk denen duygu nasıl bir şeydir? İçimden aşkı, aşka sormak geliyor, “sen nasıl bir şeysin?” diye, ama yanıt alamayacağımı bilmiyorum. Keşke söylese, “ben şuyum, bunları yaparsan, seni hep mutlu kılarım, ama şunları yaparsan seni hep üzerim” dese. Ne güzel olurdu. Fakat böyle bir şansımız yok. Biz bulmak zorundayız onun nasıl bir şey olduğunu. Acısıyla sevinciyle yaşamalıyız onu. “Yiğidi öldür, hakkını ver” demişler. O yüzden ilk başladığında, ayağımızı yerden kesen, bizi bambaşka bir aleme götüren adeta dünyamızı tersine çeviren bir duygu olduğunu söylemek gerekir. Ha bir de, tamamen davetsiz bir konuk olduğunu söylemeliyiz. Ne zaman kapıyı çalacağı hiç belli değildir. Bir bakmışsınız kapıda bitivermiş. Size “ben geldim” diyor. Bu durumda kapıyı açıp “hoş geldin” demek mi gerekir, yoksa “aman evde olduğumu belli etmeyim, bu davetsiz misafir de nerden çıktı” demek mi gerekir? Fakat o, öyle bir şeydir ki, kapıdan kovsanız bacadan gelir. “Bu misafir başta iyidir hoştur da sonra çok canımı sıkar, beni üzer, en iyisi içeri almayım” deyip, kapıyı pencereyi sıkı sıkı kaparsınız ama bacayı tıkamaya vaktiniz olmadan o içeri sızıverir. Tıpkı size mutluluk veren ilkbahar havası gibidir önce. Derin derin solumak, içinize çekmek istersiniz. İliğiniz kemiğiniz anlatılmaz bir coşkuyla dolar. Ayaklarınız yerden kesilir, bulutların üstüne yükselirsiniz. Artık tüm kapıları, pencereleri açmışsınızdır. Bahar havası evin her yerini kaplamıştır. Mis gibi kokar. Siz de şimdi bahar sarhoşusunuzdur. Fakat bilirsiniz ilkbaharın ömrü kısadır. Ardından yakıcı yaz sıcakları gelir. Sizi yakar kavurur. Hatta pişirir. “yandım, şu havalar bir serinlese” dersiniz. Ama iş işten geçmiştir. İşte aşk aynen böyledir. Canı istediği anda çıkar gelir. Bazen kısa, bazen uzun süre kalır. Bu davetsiz misafir başına buyruktur. Ne zaman ne isteyip, yapacağı hiç belli değildir. Bir bakarsınız size dünyanın en güzel duygularını yaşatır, bir bakarsınız sizi dünyaya geldiğinize bin pişman eder. Zaman gelir onu kontrol altına almak istersiniz. “ Ben bu kadar iradesiz miyim, neden kendimi bırakıyorum, neden duygularıma sahip olamıyorum?” dersiniz. Kendinize çeki düzen vermeye çalışırsınız. Ama genellikle başaramazsınız. Çünkü o tüm bedeninize ve ruhunuza, yoğunluğunu yaşatmadan sizi özgür bırakmaz. Bir kez sizi ele geçirmeye görsün. İstediğini yapmadan asla gitmez. İnişleri çıkışları vardır. Tek düze olduğu zamanlar azdır. Monotonluk ona göre değildir. Monotonlaştığı zaman bilin ki gidicidir. Zaten çok uzun süreli bir konuk da değildir. Eğer size çok ısındıysa, iniş ve çıkışlarından sonra alışkanlığa ve sevgiye dönüşür. İşte o zaman rahatlarsınız. Çünkü sevgi, aşktan başkadır. Sevgide bağışlama vardır, hoşgörü vardır, hepsinden önemlisi merhamet vardır. Belki aşkın deli heyecanı, iç kıpırtıları, ürpertileri onda yoktur ama sevgi dingindir. Sizi daha mutlu eder. Yeter ki aşk sevgiye dönüşsün. Bir de bu dönüşümü gerçekleştiremeden gidişi var. İşte o zordur. Zaten davetsiz gelmiştir, kalbinizde başına buyruk konuk olmuştur, ne sevinçler, ne hüzünler, ne acılar yaşatmıştır. “Tam şimdi sefasını süreceğim” derken çekip gitmiştir. Arkada derin izler bırakarak. Kanatmıştır, acıtmıştır, hatta başlarda yaşadığınız güzellikleri hatırlamayacak kadar canınızı yakmıştır. Sonunda ardına bile bakmadan koşar adım gitmiştir. En zoru da bu gidiştir. Siz canla başla emek vermişsinizdir. Her şeyden sakınıp, ona gözünüz gibi bakıp, sarıp sarmalayıp büyütmüşsünüzdür. Çocuğunuz gibidir. Sanki sizi asla bırakıp gitmeyecek diye düşünmüşsünüzdür. Ama biliyorsunuz bazı çocuklar hayırsız çıkar. Yuvadan çok erken uçup, arayıp sormazlar. İşte sevgiye dönüşmeden çekip giden aşk, o çocuklar gibidir. Ondan geriye sadece hayal kırıklığı, acı ve hüzün kalır.Peki, şimdi siz ne yapacaksınız? Karalar bağlayıp, hayata mı küseceksiniz? Hüzünle biten aşkın yasını mı tutacaksınız? Yoksa “bir daha asla aşık olmayacağım” mı diyeceksiniz? Unutmayın aşk davetsiz misafirdir. “Bir daha asla” deseniz de ne zaman yeniden karşınıza çıkacağı hiç belli olmaz. Aşk ne kadar canınızı yaksa da ona sonsuza kadar kalbinizin kapısını kapalı tutamayacağınızı bilmelisiniz. Bu gerçeği kabullenmeli ve giden aşkın yasını uzun süre tutmamalısınız. Bu durumda yapılması gereken yaralarınızı bir an önce sarmaktır. Asla kendinizi bırakmayın. “Zaman en iyi ilaçtır” derler ya, çok doğrudur. Olan olmuş, giden gitmiştir. Acısıyla baş etmek de size kalmıştır. Bari bu işi yaparken iradenizi kullanın. Kendinize “zaten benim olmayı hak edecek kadar iyi değildi, kalmak istemeyip giden için ben niye üzüleyim” deyin. Sizi istemeyeni, siz niye isteyeceksiniz ki? Niye hayatınızı zehir edeceksiniz? Yaralarınızı sarmak için önce aklınızı başınıza toplayın, sonra hayata sıkıca sarılın. Acılarınızı dinmesi için zamana bırakın.Bence aşk böyle bir şey. Siz yazdıklarıma ne kadar katılırsınız bilemiyorum ama ben aşka bu gözle bakıyorum. Bana göre hayat farklı sınavlarla doludur. Aşk, bu sınavlardan biridir. Ya kazanırsınız, ya kaybedersiniz. Ama her kayıptan bir ders çıkarırsanız başka sınavlarda kaybetme olasılığınız azalır. Bunu bir dost tavsiyesi olarak kabul edin ve hayatın sınavlarla dolu olduğunu hatırlayın. Sevgiye dönüşen nice aşklar diliyorum, tüm isteyenlere.

Şadan HERGÜNER