Translate

CANIM ANNEME


ÇOK ÖZLÜYORUM AMA YOKSUN


Dünyadaki en değerli varlığımdın. Değerini ne kadar bildim, bilemiyorum. Gerçi hep bana “ bu dünyada en memnum olduğum insan, beni en az üzen insan, sensin” derdin. Ama ben yine de emin olamıyorum. Kendimi hep suçluyorum. Üstelik kendimi suçlu gördüğüm olayları sana da soramıyorum. Çünkü yoksun. Çok uzaklardasın. Sana sesimi duyuramıyorum. Sesleniyorum, sesleniyorum fakat yanıt alamıyorum. Gözlerimi kapatıyorum, seni hayal ediyorum sonra dokunmak için ellerimi uzatıyorum ama tutamıyorum. Sensiz olmanın, senden çok uzaklarda olmanın ne kadar zor olduğunu acaba sen de hissediyor musun? Merak ediyorum. Biliyor musun, her sabah yeni güne uyanırken, “yok işte yok, oysa nasıl özledim” diye kalkıyorum yatağımdan. Sonra diyorum ki, “bu gece de rüyamda göremedim, bir kez sarılıp, öpemedim.” İki yıldır aynı düşünce ve duyguyla yeni güne uyanmak ne kadar zor, bilmem tahmin edebiliyor musun?

Evet, tam iki yıl oldu sen beni bırakıp gideli. Hem de doğru düzgün bir veda bile etmeden. Ama işte insan bilemiyor ki böyle bir ayrılığın ne zaman yaşanacağını. Aslında senin de suçun yok. Çok ani oldu. Gidişinin bu kadar çabuk olacağını bilseydin söylerdin bana. Uzun uzun vedalaşırdık. Sana son bir kez sarılıp doyasıya öperdim. Son bir şeyler daha konuşurduk. Sorardım sana, “bana verdiğin eşsiz sevgine, sonsuz hoşgörüne, muhteşem anlayışına layık olabildim mi” diye? Ama soramadım, “güle güle git, seni çok seviyorum, yanına gelene kadar hep yüreğimde ve aklımda olacaksın” bile diyemedim. O kadar zor ki, başım sıkıştığında seninle oturup konuşamamak. Çözemediğim sorunlarım için gelip sana danışamamak. “Ne olur bana yardım et, bir akıl ver” diyememek.

Biliyor musun, ilk zamanlar elim hep telefona gidiyordu, seni aramak için? Ya da “bu güzel olayı ona da haber vereyim” diyordum. Sonra hemen aklım başıma geliyordu. Nasıl arayacak, nasıl söyleyecektim? Gittiğin yerde telefon yoktu ki. Seni düşünmediğim, özlemediğim, acını içimde hissetmediğim bir anım olmadı. İlk 7–8 ay gece gündüz, yolda, arabada, işte, evde hep ağladım. Sonra gözlerimdeki yaşlar kurudu. Daha az ağlar oldum ama acım artarak büyüdü. Ulaşamamak, dokunamamak, konuşamamak, bitmeyen bir hasretle özlemek o kadar zor ki. Ani gidişine alışmasına alıştım da içimde ki acıya, büyüyen özlemine söz geçiremiyorum. Oysa hep, “bir gün beni bırakır giderse ben ne yaparım” diye düşünürdüm. Kendimce taktikler bulmaya çalışırdım, bu ayrılığı kolaylaştıracak. Sonra hemen bu düşünceyi aklımdan kovar, “hayır daha vakit var, düşünme bunları” derdim. Sanki hiç gitmeyeceksin gibi gelirdi bana. Öyle ya, kaç yaşında olursam olayım ben senin küçücük kızındım. İnsan hiç küçük kızını bırakır da ansızın gider miydi? İşte böyle avuturdum kendimi. İçimi rahatlatır, düşünmemeye çalışırdım.

Ama yaşam gerçeği farklı. O hiç gelmesini istemediğin zorunlu ayrılık bir bakıyorsun kapının önünde belirivermiş. Tıpkı o kara günün sabahındaki gibi. Sen hazırlıklı mısın, değil misin sormuyor bile. Canım annem, nerden bilecektim o hastane odasında geçirdiğimiz 4–5 günün son günlerimiz olduğunu? Nerden bilecektim seni o hastane odasına yatırmadan önce evimde uyuduğun gecenin son gece olacağını, sabahında beni radyoda dinlerken, son kez dinleyip “bülbül sesli kızım benim Allah seni nazarlardan korusun” diyeceğini? Nerden bilecektim, gidişinden bir gece önce gördüğüm rüyanın gerçekleşeceğini? Bilsem, o son geceyi senden ayrı geçirir miydim? Oysa o akşam nasıl zor ayrılmıştım yanından. Beni sen gönderdin, “yarın sabah yayına gideceksin güzel kızım şimdi git, bak baban burada, yarın programdan sonra yine gelirsin, işinin kıymetini bil” dedin. Ama o sabah program yapmamın bana kısmet olmayacağını nerden bilecektin ki? Yanından ayrıldıktan 5–6 saat sonra bilincini kaybedip çok kötüleşeceğini nerden bilecektin? Sonra babamın beni korumak adına, göreceklerime dayanamayacağım için, defalarca ettiğim telefonlarda “şimdi daha iyi kızım ben yanındayım korkma” deyip, sabah da gelip beni alarak sana getireceğini nerden bilecektin? İkimiz de bilemedik canım anneciğim, gideceğini ikimizde bilemedik.

En çok neye yanıyorum biliyor musun? O sabah, yattığın odanın kapısında bir saat boyunca bekleyip, son nefesini verirken beni içeriye almamalarına yanıyorum. Biliyorum, sen gitmek için sanki beni beklemiştin. Ben ordaydım ama aramızda bir kapı vardı. Kapının ardında sen önündeyse ben. Bazen aralık kalan kapıdan içeri bakmak, hızlı hızlı aldığın solukları görmek nasıl korkunçtu anlatamam. Bu durumda bile hala iyileşeceğine inanıyordum. Ölümü aklıma getirmiyordum. “Bitecek şimdi acısı, iyileşecek, bana dönecek” diyordum. Ama dönmedin, vedalaşamadan gittin anne. Beni böyle öksüz bırakıp gittin. Çok ağladım, çok yandım, çok sıktım kendimi ama hiç bağırmadım. Çünkü senin gibi zarif, kibar, narin bir insanın arkasından haykırmak, bağırıp çağırmak yakışmazdı. Ama sanma ki tek başıma kaldığım zamanlarda krizlere girmediğimi.

Çok zor oldu ilk bir yıl. Çok sancılı çok acılı geçti. Çünkü yokluğuna alışamadım. Canım annem sen gideli şimdi iki yıl oldu ama ben yokluğuna yine alışamadım. Bu yazıyı daha önce yazmak istemiş ama yapamamıştım. Kısmet bu güneymiş. Yokluğunun ikinci yıl dönümüne. Bu satırları yazmak gerçekten zor. İçim kan ağlıyor. Hem yazmak hem yarıda bırakmak istiyorum. Sonra kendime, “annen için yazmak zorundasın, dök artık içindekileri” diyorum ve yazıyorum. Sen gittiğinden beri, elinden en çok sevdiği oyuncağı alınmış küçük bir çocuk gibiyim. Hiçbir şey eskisi gibi canımı yakmıyor. İçimde tek bir acı var o da yokluğun. Ne zaman bir anneyle kızını yan yana görsem isyan edesim geliyor. Bakmaya bile katlanamıyorum.

Bana zamanla bu acının azalacağını, alışacağımı söylediler. Fakat dedikleri gibi olmadı. Çünkü yokluğunun getirdiği özlem git gide büyüdü. Doğruyu söylemek gerekirse bir şeye alıştım. Senin acınla yaşamaya alıştım. Şimdi beni en mutlu eden şey sık sık kabrine gelmek. Bir bilsen nasıl hazırlanıyorum sana gelirken. Senin parfümünü sürüyorum sanki kokuyu duyacakmışsın gibi. Sonra sana ait bir eşya oluyor üzerimde belki görürsün diye. Ruhlar en çok kabirlerinin başında olurlarmış diye okumuştum bir yerlerde. İşte bu yüzden sana gelirken, senden bir şeyler olsun istiyorum üzerimde. Seninle konuşacaklarımı önceden hazırlıyorum ve bir bir anlatıyorum sana. Uzun dualar ediyorum kabrinde. Ardından hıçkırarak ağlıyorum. Sonunda da hep şunu söylüyorum, “Bilemedim anneciğim ben senin değerini bilemedim. Sen bana Allah’ın en büyük lütfuydun ama ben bunu bilemedim”. Sen bana, ne kadar iyi evlat olduğumu söylesen de, ben senin değerini yeterince bilemedim. Hayatımın hiçbir dönemini senden uzak geçirmemem gerekirdi ama ben bunu beceremedim. Şimdi senden ayrı geçen her günüme lanet ediyorum. O yüzden tüm arkadaşlarıma, “annenizin değerini, anne sevgisinin önemini iyi bilin” diyorum.Canım annem, her aklıma gelişinde yüreğim acıyor, burnumun direği sızlıyor ve içim yanıyor. Seni çok özlüyorum, ama neye yarar, artık yoksun!Bekle beni, yanına gelinceye, ebedi hayatta kavuşuncaya kadar bekle. Anneciğim seni çok seviyorum, gittiğin yerde huzur içinde ol.

Şadan Hergüner 

PAHALI ETE, İTHAL ET ÇÖZÜMÜ!


Ülkemizin sorunlarını çözmek artık çok kolaylaştı. Başımızı ağrıtan her konu için dış destek alıyoruz. Paramız mı yok! Satıyoruz üç beş bir şeyler, sıcak para akışı sağlıyoruz. Yabancılar ülkenin dört bir yanını sarmış, tapulamış umurumuzda değil. Haberleşme sistemimize kadar girmiş, derdimiz değil. Sonuçta özelleşiyoruz ve para kazanıyoruz.


Bizler ilköğretim yıllarında yerli malı Türkün malı haftası yapardık şimdi de var mı bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki artık yerli malı diye bir mal neredeyse kalmadı. Büyük Türk şirketlerinin o moda değimle yaptığı evlilikler var ya… İşte o yüzden yabancı ortaklı Türk şirketlerinin ürettiklerine de yerli malı demek artık zor. Zaten çoğu evlenir evlenmez ismini cismini kaybediyor.

Yurdumun en büyük şehirlerinde bir dolu yabancı alışveriş merkezleri var. Bizler de koşturup buralara, “aman da ne ucuzmuş” deyip alıyoruz. Aaaa pek severiz zaten oldum olası yabancı malları. Ülkemizde bu ürünlerin, rahat rahat raflarda yer bulmadığı dönemlerde bile kaçak getirtip ya da getirip yine kullanırdık. Pek özenti milletizdir. Yabancının çerini, çöpünü ya da buraya yazamayacağım şeylerini bile almaya kalkmadık mı? Yabancı olsun da isterse ….. olsun. Bu durum, biraz da milletimize hak gibi.

Tabağımız, çanağımız, bardağımız yabancı. Mobilyamız, beyaz eşyalarımız, ayakkabımız, giysimiz yabancı. Kozmetiğimiz, ilacımız, deterjanımız yabancı. Tekstil ürünlerimiz yabancı. Bankalarımız yabancı.

Sokağa, çarşı pazara bir çıkıyorsun, tüm iş yeri isimleri yabancı. Mesela; Ataoğlu Center diye bir şeyle karşılaşıyorsun. Güler misin, ağlar mısın? Yoksa benim gibi oturup derdine bir mum mu yakarsın? Hayıflanır mısın bu ülke nasıl da parçalanıyor, yok ediliyor diye?

Özü hayvancılık ve tarım olan ülkemiz bakın şimdi ne halde. Sebzesini meyvesini üretemiyor, hayvanını yetiştiremiyor. Madenini çıkarıp satamıyor. Üretmek çok pahalı bir hale getirildi. Kokusundan dolayı çoğumuzun sevsek bile yemek istemediği sarımsak bile ithal ediliyor. Geçtiğimiz aylarda televizyonlarda yayınlanan bir banka reklamı vardı.” Üretici susarsa, ülke de susar” diye, dikkat çekici bir reklamdı. Peki, bu ülke üreticisini kimler susturuyor, kimler buna çanak tutuyor? Bir toplumu üretmeyip sadece tüketen hale getirmenin ne anlama geldiği bilinmiyor mu? Koskoca Osmanlı İmparatorluğu da böyle parçalanmadı mı?

Neden üretim maliyetlerini düşürmek için arayışlar yapılmıyor da, ithal etme yoluna gidiliyor? Tüm ülkenin enerjisi nasıl oluyor da bizde az olan bir enerji kaynağına bağlanıyor? Kendi kendine yetecek her güce sahip olan ülkemiz nasıl oluyor da yabancının yetiştirdiği ve kestiği ete muhtaç kalıyor? Hatta çöpüne, pisliğine layık görülüyor.

Artık her vatandaş takkesini önüne koyup iyice düşünmeli. Gözünü açıp hakkını aramalı. Üretici de tüketici de aramalı. Bizi susturanlar yakında başka şeyler de yapacaklar. Bu ülke bizim ve ülkemize sahip çıkmak, bütünleşmek, yaralarımızı sarmak, her kötü emeli yıkmak boynumuzun borcu. Kendinizi düşünmüyorsanız çocuklarınızı düşünün. Çünkü şu an dünyaya gelen her bebek, yok edilmek, parçalanmak istenen bir Türkiye’ye doğuyor.

Aslında bir çözüm daha var galiba. Madem biz ülkemizi doğru düzgün yönetemiyor, sorun yaşıyoruz. O halde bizi yönetecekleri de ithal edelim, belki daha ucuza gelir. Ne dersiniz?

Şadan HERGÜNER
 
Gezergen Tasarım by Gezergen Blog